3.3.08

Mehmet Emin Ay - Yasin-i Serif




"Ücretsiz dağıtılsın!"


Bir gün yeğeni Abdurrahman'a, "Git, ba­­na falan matbaa müdürünü çağır, gel" dedi. Abdurrahman çabucak gitti, matbaa müdürünü buldu ve "Bediüzzaman sizi çağırıyor," dedi. "Müsaitseniz hemen gelin."

Müdür, "Geliyorum" dedi ve işlerini toparlayarak mat­baadan çıktı. Beraber Üstadın yanına geldiler. Bediüzzaman, yeni birkaç eser yazmıştı, bunları bastıra­­caktı. Müdüre, "Kardeşim bu eserlerimi bastırmak istiyo­rum" dedi ve sayfalar halindeki çalışmalarını verdi. Yeğenine de, "Abdurrahman, biriktirdiğin paraları getir, müdür beye ver" dedi.

O günlerde Darü'l-Hikmette üye idi. Buradan iyi maaş alıyordu. Geçimlerini sağlayacak kadarını ayırıyor, kalan miktarını da yeğeni Abdurrahman'a veriyordu. Abdurrahman da bu paraları biriktiriyordu. Epeyce paraları olmuştu. Abdurrahman şaşırdı. Bu paraları biriktirirken ne hayaller kuruyordu. Gözyaşları içinde gitti, paraları getirdi ve müdüre verdi. Müdür gittikten sonra kendi kendini teselli etmeye başladı:

"Eserler basılınca satılır, ben de paraları yeniden biriktiririm."

Birkaç gün sonra, Bediüzzaman matbaa müdürünü yine çağırttı. Müdüre şöyle dedi:
Kardeşim, eserlerimin üzerine şöyle yazın: Bu kitaplar İslâm milletine ücretsiz olarak dağıtılacaktır." Abdurrahman'ın hayalleri iyice suya düşmüştü. Ağlamaya baş­ladı. Amcasına sitemle: "Amca, birkaç kuruş para biriktiriyordum, memlekete döndüğümüzde düşman işgalinde harap olmuş evimizi belki tamir ettiririz diye... O ümidimi de öldürdün. Böyle olur mu?"

Bediüzzaman gülümsedi. Yeğenini bağrına bastı, gözyaşlarını sildi. "Yavrum Abdurrahman, hükümet bize fazla maaş veriyordu. Kendi ihtiyacımızdan fazlası devletin hazinesine aittir. O fazla parayı Müslümanlara iade ediyorum" dedi. Ve ilâve etti:

"Senin bu işlere aklın ermez. Allah dilerse mukaddes vatanın her yerinde sana ev verir."



(Bediüzzaman'la Yaşayan Öyküler-2 kitabından)

9. Söz'ü Dinleyen İtalyan Namaz Kılmak Istedi


İtalya'da Bediüzzaman Said Nursî'nin Sözler Risalesinde bulunan Dokuzuncu Söz'ü okuyan bir İtalyan vatandaşının hemen namaz kılmayı öĞrenmek istediĞi belirtildi. Olaya Zaman gazetesindeki köşesinde yer veren Abdullah Aymaz'ın olayın hikâyesi şu şekilde:

'Almanya'da yaşayan ve Risâle-i Nur'u iyi bilen vatandaşımız, internetten ulaştı'ı bir bilgiyle, Frankfurt'tan taksiyle Münih'e giden ve çok ucuza yanına yol arkadaşları arayan İtalyan asıllı birisiyle yola çıktı. Yanlarında bir Alman yolcu da bulunuyordu.

Meslekleri birbirine yakın oldu u için sohbete başladılar. Yolda namazının geçmemesi için bir benzinli e yaklaşınca, vatandaşımız oraya girmelerini istedi. Bunun üzerine girdiler. Namazdan sonra yola koyuldular. Biraz sonra Alman arkadaşları Stuttgart'ta indi. Onun inmesinden sonra İtalyanla vatandaşımız arasında, namazla ilgili bir sohbet başladı. Çünkü İtalyan, İslâmiyette ibadet ve namazın ne mânaya geldi ini sormuştu. Arkadaşımız, na-mazla ilgili olarak Üstad Bediüzzaman'ın 'Dokuzuncu Söz' isimli eserini anlatmaya başladı. Özellikle namazın beş vakte tahsis edilmesindeki hikmetleri ayrıntılı olarak açıkladı.

Uzun süre yapılan sohbetin ardından İtalyan 'Bu yolculuĞumuz bir tesadüf deĞil. Senin benzinliĞe girip namaz kılman bir tesadüf deĞil. Yoksa bu güzel sohbetimiz olamazdı' dedi.

Bu sohbetin ardından bir buçuk ay geçmiş; vatandaşımız belki de bu hadiseyi unutmuştu. Ancak çalan telefonunu açtıĞında hem bu hadi-seyi hatırlamış, hem de kendisini şaşkına çevirecek bir istekle karşılaşmıştı. Çünkü İtalyan arkadaşı 'Bu namaz ibadeti çok hoşuma gitti! Yanlış anlama, hemen Müslüman olacak deĞi-lim; ama namaz kılmayı nasıl öĞrenebilirim? Bana yardımcı olur musun?' diyerek yardım talebinde bulunuyordu.

ROMA

05.02.2005

27.2.08

Nurlarda ihtimal hesaplarıyla ikna metodu


Üstad Bediüzzaman Hazretleri, insanlığın imanını küfür ateşinden kurtarmak için telif ettiği eserlerinde, matematikî mantığı ve ihtimâl hesaplarını etkin şekilde kullanır. Meselâ, 29. Mektup'taki Şeytanın Desiseleri risalesinde korku hissinin yaratılış gâyesi dışında kullanılmasının insana vereceği zararları anlatırken, kayığa binmekten korkan arkadaşını harikulâde ikna edici bir ihtimal hesabıyla âdeta koşa koşa kayığa binmeye razı ettiği hâdiseyi, şu şekilde anlatır: "Bir zaman -Allah rahmet etsin- mühim bir zât kayığa binmekten korkuyordu. Onunla beraber bir akşam vakti İstanbul'dan Köprüye geldik. Kayığa binmek lâzım geldi. Araba yok. Sultan Eyüb'e gitmeye mecburuz. Israr ettim.

Dedi: "Korkuyorum; belki batacağız."
Ona dedim: "Bu Haliç'te tahminen kaç kayık var?"
Dedi: "Belki bin var."
Ona dedim: "Senede kaç kayık batar?"
Dedi: "Bir iki tane. Bazı sene de hiç batmaz."
Dedim: "Sene kaç gündür?"
Dedi: "Üç yüz altmış gündür."
Dedim: "Senin vehmine ilişen ve korkuna dokunan batmak ihtimali, üç yüz altmış bin ihtimalden bir tek ihtimaldir. Böyle bir ihtimalden korkan, insan değil, hayvan da olamaz."
Hem ona dedim: "Acaba kaç sene yaşamayı tahmin ediyorsun?"
Dedi: "Ben ihtiyarım. Belki on sene daha yaşama ihtimalim vardır."
Dedim: "Ecel gizli olduğundan, herbir günde ölmek ihtimali var. Öyleyse, üç bin altı yüz günde her gün vefatın muhtemel. İşte, kayık gibi üç yüz binden bir ihtimal değil, belki üç binden bir ihtimalle bugün ölümün muhtemeldir. Titre ve ağla, vasiyet et."


Aklı başına geldi, titreyerek kayığa bindirdim. Kayık içinde ona dedim: "Cenâb-ı Hak havf (korku) damarını hıfz-ı hayat için vermiş, hayatı tahrip için değil. Ve hayatı ağır ve müşkül ve elîm ve azap yapmak için vermemiştir. Havf iki, üç, dört ihtimalden bir olsa, hattâ beş altı ihtimalden bir olsa, ihtiyatkârâne bir havf meşru olabilir. Fakat yirmi, otuz, kırk ihtimalden bir ihtimalle havf etmek evhamdır, hayatı azâba çevirir."

Yukarıdaki örnekte Üstad Bediüzzaman'ın arkadaşını ikna ederken onunla sohbet edip cevapları ona buldurması, üzerinde düşünülmesi gereken bir metot olsa da biz dikkatlerimizi onun ikna ederken kullandığı ihtimal hesabına yoğunlaştıralım. Bir yıl yaklaşık olarak üç yüz altmış beş gündür, bunu Üstad da biliyordu şüphesiz, küsüratla uğraşmamak için, üç yüz altmış gün olduğunu kabul edelim. Haliç'te bulunan yaklaşık bin kayıktan senede ortalama bir tanesinin battığı gözönüne alınırsa, o gün kayığa binip ölme ihtimalleri üç yüz altmış binde birdir. Kayığa binmezse arkadaşının o gün ölme ihtimali on yılda bir gün; yani üç bin altıyüzde birdir. Bunları rakamlarla ifade etmek gerekirse, arkadaşının o gün vefat etme ihtimali; kayığa binerse 1/3.60000, binmezse 1/3.600'dir. Görüldüğü gibi birazcık mantık sahibi olan herkes o gün ölme ihtimalinin, kayığa binmediği takdirde yüz kat daha fazla olduğunu anlayacaktır.[sizinti dergisi]

Bediüzzamanın gördügü müthiş Rüya


Fethullah Gülen Hocaefendi anlatıyor :

Tabiri çıkmış bir rüyayı da asrın büyük Çilekeş'inden nakledelim. Şöyle diyor:

"Eski Harb-i Umumiden evvel ve evailinde bir vaka-i sâdıkada görüyorum ki, Ararat Da ı denilen meşhur A rı Da ı'nın altındayım. Birden o da , müthiş infılak etti. Da lar gibi parçaları, dünyanın her tarafına da ıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum validem yanımdadır. Dedim: "Ana korkma!" Cenab-ı Hakk'ın emridir; O Rahîm'dir ve Hakîm'dir." Birden o halette iken, baktım ki mühim bir zat, bana âmirane diyor ki: "İ'caz-ı Kur'an'ı beyan et." Uyandım, anladım ki bir büyük infilak olacak. O infilak ve inkılabdan sonra, Kur'an etrafındaki surlar kırılacak. Do rudan do ruya Kur'an, kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur'an'a hücum edilecek; İ'cazı, O'nun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i'cazın bir nevini şu zamanda izharına, haddimin fevkinde olarak, benim gibi bir adam namzet olacak. Ve namzet oldu umu anladım." (1)

Rüyalar bütünüyle objektif sayılmayabilir. Ancak rüya gören şahsa göre onun ifade etti i mananın de işmesi herkesçe kabul edilen bir husustur. Bediüzzaman gibi İslam aleminin mukadderatıyla yakından alakalı ve adeta onunla bütünleşmiş bir insanın gördü ü rüya, bir başkası tarafından da aynen görülse elbette aynı manayı ifade etmeyecektir.

Ancak burada objektif olan bir yön vardır. O da, herkesin rüya vasıtasıyla, misal alemiyle irtibat kurması gerçe idir. Evet herkes bir cihetle misal alemiyle irtibat kurar, bu sayede berzah alemine girer ve her şeyin şu şehadet alemindeki ecsamdan, eşbahtan ibaret olmadı ına muttali olur. O alemde de bir kısım acılar duyulmakta ve bir kısım lezzetler tadılmaktadır. Gönül yüce alemlere iştiyak içindedir. İnsan ruhu ve insan kalbi, süfli şeylere karşı, fıtratı icabı tiksinti duymaktadır. Bunu da insan, berzâhî tablolarda daha iyi anlamaktadır.

Bazı rüyalar beşarettir ve bu yolla bir kısım gaybî gerçeklere muttali olunabilir. Yeter ki bu rüyalar, naslara, muhkemata zıd ve muhalif olmasınlar. Evet, dinî kriterlere ters düşmeyen rüyalar, başkasını ba layıcı olmasa bile gören şahıs için yol gösterici birer rehber sayılabilirler.

[1] Risale-i Nur Külliyatı, Tarihçe-i Hayatı 2/2131

23.2.08

Sebep-sonuç ilişkisi...

Risâle-i Nurlar "tekniğe meydan okurcasına" yıllarca elle yazıldı ve çoğaltıldı. Refet Ağabey hizmette geçen yıllarını bize tatlı tatlı anlatırdı. Biz de o hatıraların izlerini risâlelerden sürerdik. Bu hizmette iki isim birlikte zikredilir: Refet Bey ve Hüsrev. Onların hizmeti takdirle ifade edilir. Barla Lâhikası'nda, "Risâle-i Nur'un Isparta'ya ne derece rahmet olduğuna delâlet eden bir tevafuk-u acîbe'nin anlatıldığı mektub şu cümle ile başlar: "Refet Bey ve Hüsrev gibi Risâle-i Nur şakirtlerinin Risâle-i Nur bereketine işaret eden buldukları lâtif bir tevafuktur."(1)

Risâle-i Nur'da "iktiran" tabirinin ortaya çıkışını da Refet Ağabeyin bir hatırasından yakaladık. Şöyle ki:

Refet Ağabey, risâleleri zaman zaman Hüsrev Ağabeyle birlikte yazmışlar. Isparta'da iki katlı bir evin alt katında, iki ağabey yeni telif edilen bir risâleyi yazmakla meşgulken, birden odanın kapısı açılır. Üstad elinde çay tepsisi ile içeri girer. Refet Ağabey, yerinden kalkar ve Üstada doğru koşar. "Aman efendim! Siz zahmet etmeyin" deyip tepsiyi elinden almak ister. Bediüzzaman sağ elini kaldırarak:

"Yo, yooo. Ben size hizmet etmeye mecburum" der.

Ağabeyler bu durum karşısında mahcup olurlar. Üstad çıktıktan sonra Refet Ağabey, Hüsrev Ağabeye "Gördün mü âlimi?" der. Bize de "Üstadda eneden (benlikten) eser yok! En çok hayretime giden tarafı, mecburum demekle, işin içerisine bir de mecburiyeti katması yok mu!?" derdi. Refet Ağabey bize, Üstada olan minnettarlığını anlatırdı. Öyle ya! Üstad olmasaydı Risâle-i Nurlar nasıl yazılacaktı? Daha sonra risâlelerde geçen "ifade" ve "istifade" nimetlerini bize kendine has üslûbuyla açıklardı.

"İki şeyin beraber gelmesi veya bulunması" olarak ifade edilen iktiran konusu Lem'alar'da şöyle izah edilir: "İktiran ayrıdır, illet ayrıdır" denildikten sonra "Risâle-i Nur'un şakirtleri içinde Cenâb-ı Hakkın nimetlerine mazhar bazı zatlar (Hüsrev, Refet gibi), iktirânı illetle iltibas etmişler, Üstadına fazla minnettarlık gösteriyorlardı. Halbuki, Cenâb-ı Hak onlara ders-i Kur'ânîde verdiği nimet-i istifade ile, Üstadlarına ihsan ettiği nimet-i ifadeyi beraber kılmış, mukarenet vermiş" denilir.

Ağabeyler, "Eğer Üstadımız buraya gelmeseydi, biz bu dersi alamazdık. Öyleyse onun ifadesi, istifademize illettir" derler.

Buna karşılık Said Nursî de, "Ey kardeşlerim! Cenâb-ı Hakkın bana da, sizlere de ettiği nimet beraber gelmiş. İki nimetin illeti de rahmet-i İlâhiyedir. Ben de sizin gibi, iktirânı illetle iltibas ederek, bir vakit Risâle-i Nur'un sizler gibi elmas kalemli yüzer şakirtlerine çok minnettarlık hissediyordum. Ve diyordum ki: "Bunlar olmasaydı, benim gibi yarım ümmî bir bîçâre nasıl hizmet edecekti?" Sonra anladım ki, sizlere kalem vasıtasıyla olan kudsî nimetten sonra, bana da bu hizmete muvaffakiyet ihsan etmiş. Birbirine iktiran etmiş; birbirinin illeti olamaz" der.

Sonuç olarak Bediüzzaman yapılacak şeyi de söyler: "Ben size teşekkür değil, belki sizi tebrik ediyorum. Siz de bana minnettarlığa bedel, duâ ve tebrik ediniz."(2)

Yukarıdaki ifadelere karşılık Hüsrev Ağabey de yazdığı mektupta şu satırlara yer verir: "Eğer sevgili Üstadımız "iktiran" tabir edilen iki nimetin beraber geldiğini daha evvelden bize izah etmeseydi, çok minnettarlıklarımızı kalblerimize tercüman olan kalemlerimizden okuyacaklardı."(3)

Nur Talebelerine, hizmetlerine karşılık yapılacak görev "duâ ve tebrik" olarak ortaya çıkmaktadır. Zaten Nur Talebeleri birbirlerine "gıyaben" duâ ederler ve hizmetlerine "tebrik" makamında "mübarek olsun" derler.

Dipnotlar:

1- Barla Lâhikası, s. 119, YAN

2- Lem'alar, s. 137-138, YAN

3- Emirdağ Lâhikası, s. 59, YAN

EŞREF ZİYA - Saçlarım Kadar Başım Olsa



Zalimler için yaşasın Cehennem
Dünya zevkleri nedir hiç bilmem ben
Üstüme gelse bütün bir dünya
Rahmanın yolundan dönemem ben

Saçlarım kadar başım olsa
Hak yoluna yoluna olsun feda

Faniyim fani olanı istemem
Acizim aciz olanı istemem
Ruhumu rahmana teslim ettim
Gayri başkasını istemem

Saçlarım kadar başım olsa
Hak yoluna yoluna olsun feda

Şeytanın binbir hilesi varsa
Mü’minin de feraseti vardır
İstikbal-i inkilabat içinde
En gür seda İslam’ın olacaktır

22.2.08

Her Güne Bir Ayet-i Kerime - 2


İman edenler; Allah Teâlâ'nın yolunda cihat ederler. Küfredenler ise, Tağut yolunda savaşırlar. Öyle ise; şeytanın dostlarıyla (Tagut güçlerle) savaşınız. Şüphesiz ki, şeytanın hilekârlığı zayıftır
[Nisa 76]